5 Ağustos 2016 Cuma

ENTRİKACI, TÜCCAR ve AHLAKSIZ AKADEMİSYENLİK


Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR
(Bu yazı bir sene önce yazılmıştı. Kader anı buymuş demek ki...)
Bu yazı, işini liyakatle yapmaya çalışan ve yüreğiyle benimseyen, mesleğini kutsal bilen, kibir budalası olmayan akademisyenlere ithaf edilmiştir…

Bir ülke beyin takımının yani akademik dünyasının performansıyla ancak gelişmiş dünyayla rekabet edebilir. Ne yazık ki, oldukça negatif bir akademik profilimiz var... Ve elbette göğsümüzü kabartan isimlerimiz de var, bilinen ve bilinmeyen...  Prof. Dr. Gazi Yaşargil, Prof. Dr. Halil İnalcık (Allah rahmet etsin), Prof. Dr. Mustafa Öz, Prof. Dr. Aziz Sancar ve benim için elbette Prof. Dr. Ruşen Keleş gibi isimler veya onların izinde olanlar da akademik dünyanın olumlu ve gurur veren yüzleri… Ve zaman zaman yurt dışında ve yurt içinde çok önemli buluşlara imza atan, çok önemli araştırma merkezlerinin başında olan, millet olarak gurur ve onur duyduğumuz akademisyenler…
***
Ben mi karamsarım, bilmiyorum.
Genel durum çok iç açıcı değil, çünkü genel olarak kurumsallaşma, standartlaşma, sistemleşme, liyakat sorunları akademik dünyanın da sorunu… Ölçme, değerlendirme, ilerleme süreçlerinde çok önemli sıkıntıların olduğunu akademik dünyanın içindekiler de dışındakiler de çok iyi bilmektedir.
Patolojik durumlar ne yazık ki fazla. Fazla derken “tekil” gözlemlerden söz ediyorum. Aslında bunları “genellemek” de, bilimsel yönteme çok uygun değil. Ve fakat “içeriden gözlem” ve “dışarıdan gözlem” de bir yöntem olduğuna göre, deneyimlerden ve gözlemlerden yola çıkarak bazı değerlendirmeler yapmak, haksızlık olmasa gerek. Zira 25 yıldır akademisyenlik yolundayım, üniversiteleri ve akademisyenleri az çok içeriden ve dışarıdan gözlemle tanıma olanağı bulduğumu düşünüyorum…
***
Üniversitelerin işleyişinde belirli birimler ve süreçler vardır. Üniversitelerde dekanlıklar, yüksekokul müdürlükleri, bölüm başkanlıkları, anabilim dalları  vardır. Bu akademik birimlerin görevleri, ders programlarının ve akademik etkinliklerinin yürütülmesi ve eşgüdümünü sağlamaktan ibarettir…
Ama bazı akademisyenler için bir anabilim dalı başkanlığı veya bölüm başkanlığı “krallıkla” eşdeğerdir, onların “varlık nedenidir…” Bu tür görevleri elde etmek için “bir kısım akademisyenler”, rakip ve engel gördükleri “öteki akademisyenler” için senaryolar yazarlar… İnsanlıkta, akademisyenlikte, hukukta alt edemediklerini çamur yapıştırarak alt etmek için türlü entrikalar geliştirirler. Maşalar, maşaların maşası minikler, her türden zavallı muhteris işbirlikçiler (bir taraftan akademisyenlik (!) bir taraftan ticaret yapan, ama mesela hiç ders bile yapmayan türden), ne yapıp edip bin türlü senaryoyla bulunan ve bir takım iftira, yafta ve yalanlara inandırılan güçlü kanallar bu senaryoları besler ve çamurculuk mesleğinde ayriyeten bir profesyonellik elde edilmiş olur… Yerle bir etmek istedikleri; nefretle, kinle ve öfkeyle baktıkları kadrolar veya ideolojiler, söz sahibi olunca hemen onların yanında yer almak, onlardan nemalanmak entrikacıların sıradan işi oluveriyor... Her dönemin adamı olmak, özel yetenek gerektiriyor…
Teşbihte hata olmaz; bu tür insanlar sanki bu dünyaya “özel kişiler” olarak gelmişlerdir. Anabilim dalı ve bölüm başkanlıkları, dekanlıklar veya bilumum “koltuklar” onlar için olmazsa olmaz “ilahi armağanlar”dır… Bazı akademisyenlerin tapındığı koltukların adı anabilim dalı başkanlığı veya bölüm başkanlığıdır… Faciaya bakar mısınız? Ya kendileri ya da “lütuflarına boyun eğmiş kifayetsiz muhterisleri” mutlaka ama mutlaka bu işleri yapmalıdırlar… Aksi halde, batsın bu dünya… Ve gelsin türlü türlü entrikalar… 
Bu yolda sermayeleri: İftira, yafta, entrika, yalan…
Genel olarak bırakın, bilimsel alanda yenilikler (patent, esaslı bir fikir vb.) yapmayı, güncel literatürü bile izleyemeyen geniş bir “akademisyen” kitlesi mevcuttur.
Bu yüzden “akademisyenlik” ek işi değil, esas işi olmalı bir akademisyenin… “Entrikacılık, konjonktürel fırsatçılık, paragözlük, toplumsal sorunlara duyarsızlık, yayınlarda taklitçilik, başkalarının adının yanına adını iliştirme ve durumu idare etme vb” hastalıklar çok ne yazık ki…
Olması gereken: Türkiye’nin uluslararası alanda akademik başarısına katkı sunabilen akademisyenlerin sayısının artması… Bu ülkenin ve bu milletin yalnızca bilimsel yöntemin zorunlu kıldığı tarafsızlık/nesnellik ilkesini rehber edinen akademisyenlere ihtiyacı var, eyyamcılara, entrikacılara değil…
***
Akademik birimler nedir ne değildir?
Nesnel ölçütlerle ve evrensel birikimle bilgi üretme ve yayma mekanıdır.
Ticarethane değildir…
Öğrenciyle kitap alışverişi yapma yeri değildir… Akademik birimlere pos makinesi koyup para tahsil etme yeri değildir… Tüccar akademisyenlik. Gelsin villalar, arsalar, dükkanlar...
Araştırma görevlilerine ve öğretim üyelerine “mobbing” yapma yeri değildir…
Kendini derin göstererek, devletin kurumlarının adını kullanarak rant elde etme yeri değildir…
Bulunduğu konumu kullanarak, öğretim elemanlarını aşağılama, hakaret etme, kimlik ve kişiliklerini ezme yeri değildir…
***
Astlarına “sen kimsin” diye efelenme vesilesi değildir, akademik ünvanlar ve makamlar...
“Jürilerinizde, mesela doçentlik sınavlarında karşınıza çıkarım” deme yeri değildir…
“Hepinizin varlık sebebi benim” iddiasında bulunulacak bir yer de değildir…
Öğrencilere not karşılığında anket formu dağıtarak, bilimsel (!) makalelere çevirme yeri de değildir…
Bir “mevsimde” (28 Şubatta) asistanlarına “eşlerinizin başını açtıracaksınız. Eşleriniz çalışmasa da, ev hanımı da olsa kurumla özdeşleşeceksiniz. Eşi başı kapalı olan akademisyen istemiyorum” diyeceksiniz…
Selamla kendisinin yanına varanlara “ne selamı, dinci misin sen” demek; diğer mevsimde de (günümüzde) “zamanın ruhuna” çabucak uyum sağlayarak başörtüsü sevdalısı olmak, muhafazakar değerlerin aşığı  olmak değildir akademisyenlik; “neysen o olmaktır…” Bir dönem aynı yöneticilere veryansın eden, ama sonra şartlar değişince “taparcasına” övgüler dizen bir karakterden Allah’a sığınırım…
***
Kendisini “putlaştıranların” yapacağı iş değildir, akademisyenlik… DEVLETİN kurumlarını, “babasının tapulu mülkü” zanneden çok sayıda akademisyen var ne yazık ki… Oysa hepimiz faniyiz… Bu yolculuğa birlikte başladığımız birçok arkadaşımız rahmetli oldu, göçtü gitti bu alemden… VE devlet kurumları, milletindir kimsenin tapulu mülkü değildir… Özellikle devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenler de maaşını kamu bütçesinden alırlar ve kamu adına iş yaparlar…
Kadim insanlık kültürüdür ve bizim kültürümüzün de temel değerlerindendir: İnsan bilgi sahibi oldukça “bilmediğinin ne kadar çok olduğunu” görerek tevazu sahibi olur, kibir ve gurur bataklığına gömülmez…
***
Daldan dala atlıyorum ama...
Evet ne yazık ki; Nadir de olsa bazı akademisyenlerin, akademik birimlerde herhangi bir konumu elde etmek için yapmadıkları kalmıyor… Çarşaf çarşaf gazetelere bile yansıyor…
Kendi kirli amaçları için, “her alanlarda erdem tüccarlığı” ambalajlarıyla ortalığı ayağa kaldırıyorlar, yazdıkları çamur senaryolarda Stockholm sendromluları kullanıyorlar… Adam “profesör” olmuş, her fırsatta öbür profesöre (hocasına) küfrediyor, beddua ediyor, demediğini bırakmıyor. Sonra kendince bakıyor ki, tekrar bu küfrettiği adamın mevsimi geliyor. Hiçbir sorun yokmuş gibi gidip kucağına oturuyor (çok özür diliyorum) ve beraber proceler yapıyorlar, kol kola geziyorlar.

Adam profesör olmuş, iki sözcüğü bir araya getirip bir cümle kuramıyor; akşama kadar selam verdiği herkese kelimenin tam anlamıyla "ürün pazarlıyor, ticaret yapıyor", ama profesör...

Ah, bir aynaya baksalar… Herşeyden önce “devletin verdiği maaşı hak etmemek” kadar büyük bir ahlaksızlık, büyük bir vebal var mı?
“Milletin emanet ettiği öğrenciyi yetiştirme kaygısı gütmek” yerine öğrenciyi “ticari bir meta” olarak görmek nasıl akademisyenlik olabilir? 
Akademisyenliğiyle, örnek duruşuyla var olmanın eşsiz güzelliği varken, entrikacılıkla kendini ve çevresini yoran bir insan (!) olmak, kendi hayatını da Cehenneme çevirmek anlaşılabilir bir şey değil…
***
“Akademi” yani “üniversite” toplumların/ülkelerin lokomotifidir…
Üniversiteler araştırmanın, erdemin, emeğin, adaletin, nesnelliğin, gelişmenin, yenilikçiliğin, üretkenliğin, özgür ve eleştirel düşüncenin mekanıdır…
Ülkenin akademik kadrosu ne kadar üretken, nesnel ve nitelikli ise, ülkenin sorunlarına çözüm üretebilmesi de o kadar kolaylaşır!
***
Türkiye artık akademik dünyayı da sorgulamak ve akademik çevreyle de yüzleşmek zorunda… Sadece fetö gibi terör yapılarıyla değil, işini yapmayan asalak akademik çetelerle de yüzleşmek durumunda...
Yirmi yıl, otuz yıl bölüm başkanlığı, anabilim dalı başkanlığı ve hatta dekanlık vb görevleri yapanlara kimse sormuyor, “ne ürettin, ne yazdın, kaç kişi yetiştirdin, ulusal ve uluslararası hangi akademik performansı sağladın?”
Evrensel ölçütlerde akademisyenlik mi, klasik Şark kurnazlığı ve çıkar işbirlikleriyle toplumu aldatmak mı?
Öğrenciyi ve akademisyenleri “ticari meta” olarak kullanmak mı?
Akademisyenlerin öğrenciye “ne verdiği” mutlaka araştırılmalı, nesnel performans kriterleri getirilmelidir…
Ömür boyu akademisyenlik yapan, işgal ettiği konumu yalnızca ticari amaçları için kullanan çok sayıda tüccar akademisyen olduğunun sanırım herkes farkında… “Hanedanlık” durumları da oldukça yaygın. Üniversitelerin farklı birimlerinde sınavlarını hakkıyla geçerek “akraba” olarak çalışmak elbette herkesin Anayasal hakkıdır, kimse bir şey diyemez. Ama aynı alanda “hukuki” olmasa bile “etik” sorunlar ortaya çıkabiliyor… Mesela aynı soy ismi taşıyan iki akademisyenin (karı-koca), üç kişilik veya beş kişilik jüride ikisi birden yer alırsa ne olacak? Yükseklisans veya doktora sınavlarında böyle bir durumun olması durumunda, hangi nesnellikten söz edilebilir? Hukuki olan, etik midir?
YÖK bu tür durumları da etik yönetmeliğine dahil etmeli bence…
***
Nesnellikle, bilimin ve etik değerlerin ışığında ve kamuoyunun önünde “adıyla ve sanıyla”  var olan; etrafına Stockholm sendromluları toplayarak, şantajla montajla, düzmece vaadlerle insanların emeklerini çalmayan;
Yalnızca öğrencisine, topluma, ülkeye ve insanlığa birşeyler verebilme derdinde olan; ülkesinin temel değerlerini ülkü edinmiş akademisyenlere ihtiyacı var bu ülkenin…
Ülkesine, yöneticisine, politikacısına, kanuna ve nizama, cari hukuk sistemine “menfaat” için değil, “öyle olması gerektiği için”, "demokratik yurttaşlık" nosyonuyla ve “yurttaşlık görevi” gereği saygı gösteren, hukukun üstünlüğüne inanmış bilim adamlarına ihtiyacı var bu ülkenin…
Her devrin ispiyoncusu, iftiracısı, karanlık ismi olmayan, “sahici” akademisyenlerin sayısının artması gerekiyor…
Atatürk’ün “Vatanını en çok seven, işini en iyi yapandır” sözünü rehber edinen akademisyenler oldukça fazla…
İşini liyakatle yapan bütün meslektaşlarımı yukarıda saydığım patolojik hallerden tenzih ediyorum.
***
Kendime gelince…
"İlim kendin bilmektir" sırrınca düşe kalka ilerlediğim akademik güzergahta kendimi anlamaya, evrendeki koordinatlarımı keşfetmeye çaba gösteriyorum. Milyarlarca insan döküldü mezarlıklara, milyarlarcası daha dökülecek. "Baki kalan şu kubbede", birilerinin yüzünde bir tebessümün, güzel bir anının, insanlığa dair izlerin sebebi olabilmek... Ah, ihtiyar dünyaya bırakabileceğimiz, en önemli öykümüz olacak...
Hatalarımdan arınarak, var olmanın dayanılmaz güzelliğini keşif yolculuğuna devam etmek istiyorum. Bana verilen bu yaşamı, bu yorgun ve talihsiz coğrafyada anlamladırmak istiyorum...
***
Alev Alatlı’nın deyimiyle “malumat istifçiliği” yerine, “Bana yapılmasını istemediğimi, başkalarına yapılsın istemiyorum. Ama karşılıklılık istiyorum. Kötülüğü iyilikle karşılamak istemiyorum, çünkü o zaman iyiye vereceğim şey kalmıyor. İyiliği iyilik, kötülüğü adalet karşılasın istiyorum. Bayağılığı değil, yüceliği ululamak istiyorum.”

“Eleştirdiğim şeyleri” yapmamak için özen gösteriyorum… Bütün mücadelemi kaybedebilirim. Zira hiçbir zaman iblisin yöntemlerini kullanmadım.
Ancak, her bir gün dünya hayatından geri sayım olduğuna göre, dünyadaki her türlü makamı, mevkiyi, mahkemeyi aldatabilenlerin Allahın mahkemesini aldatamayacağına olan inancım tamdır. 
İşte o mahkeme her yeni gün daha yakın… Orada mahcup olmamak için çırpınıyorum…
Eğer eleştirdiklerimi kendim yaparsam da, herkesin eleştirisine ve uyarısına açığım…

Ama; Uygarca ve saygı dolu bir iletişim ve etkileşimle…

25 Şubat 2016 Perşembe

OSMANLININ YIKILIŞINDA EYALET YÖNETİMİNİN ROLÜ VE GÜNÜMÜZDE “BÖLGECİLİK” PROPAGANDASI

Gelişmiş demokrasilerle, öteki devlet düzenleri arasındaki temel fark kurumsallaşma ile ilgilidir. Gelişmiş demokrasilerde kurumsallaşma ve hemen her alanda sistematik iş ve işleyiş süreçleri hakimdir. Güvenlik ve esenlik içerisinde yaşamak bir toplumun, ülkenin ve devletin edinmesi gereken en değerli amaçtır. Bunun için de tarihin iyi çözümlenerek dersler çıkarılması gerekiyor. Çünkü, tarih defterinde kalan acı deneyimler büyük maliyetlerle yaşanmıştır. Osmanlı bizim için övünç kaynağıdır; iyi ve kötü yönleriyle mazimizdir… Fakat, Osmanlı devlet düzenini doğru analiz etmede çok büyük sorunlar yaşıyoruz. Osmanlı bilinen tarihiyle 1299’da kuruldu, 1600’e kadar “yükseldi”, genişledi, geniş coğrafyalara hükmetti… Osmanlı, gelmiş geçmiş en büyük üç imparatorluktan biriydi. Roma, İngiliz ve Osmanlı, dünya tarihinin en büyük üç imparatorluğu olarak kabul ediliyor… Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu, Afrika’da Osmanlı’nın bizzat yönettiği veya etkisi altında olan coğrafyada Osmanlı sonrasında 50 kadar devlet kurulmuştur. Bu muazzam bir etki alanıdır ve Osmanlı’yla olan duygusal bağlar (sevgi ve bir kısım milletlerde nefret) bugün de devam etmektedir ve Osmanlının hayaleti hep üzerimizde dolaşmaktadır.
Osmanlı, 1600-1699 arasında çok bilinen adıyla “duraklama” devrini yaşadı. Bu devirde bile, Osmanlı öyle acılar yaşadı ki bir nebze olsun huzur ve güvenlik içerisinde olamadı. Genç Osman adıyla bilinen 2. Osman’ın katledilmesi, Osmanlıda ilk kez kendi padişahını katleden bir kirli/derin statüko grubu ortaya çıkardı. Ve padişahın bile canını koruyamadığı bir süreç başladı. Padişah 4. Murat ve Köprülüler adıyla bilinen “kudretli vezirler” dönemini hariç tutarsak, 1600-1699 arası Osmanlının çok ağır travmalarla karşı karşıya kaldığı, bunaldığı bir dönem olmuştur. Genç Osman’ın katledilmesi, padişahların tahttan indirilme girişimlerinin artması (Mesela Sultan İbrahim’in boğdurulması), “valide sultanların” Osmanlıda etkisinin yükselmesi, Viyana kuşatmalarının başarısız olması, Celali isyanları gibi iç isyanların artışı ve İran saldırıları Osmanlıyı bir hayli yıpratmıştır.
Osmanlıyı Fatih, Yavuz, Kanuni veya 2. Abdülhamit’ten ibaret görmek büyük bir yanılgıdır. Nitekim 1699’dan 1922’ye kadar Osmanlı deyim yerindeyse canını kurtarmak için, tabaasının güvenliğini sağlamak ve “mevcut coğrafyayı” korumak için savaşmıştır. Neredeyse 200 yıl Ruslarla savaş yaşanmıştır. Purut Savaşı ve 93 Harbi arasında Rusyayla olan savaşlarda, çok büyük kayıplar verilmiştir. Bu savaşlar devam ederken Osmanlının eyalet/bölge yöneticileri de isyan başlatmıştır.
1789 Fransız Devrimi ile birlikte Osmanlıda da bir devrim gerçekleşmiştir. Osmanlının yeni padişahı 3. Selim “eski yönetim referansları ve kurumları” ile Batıyla baş edilemeyeceğini görmüş, Batıyı tanımak ve yeni kurumlar oluşturmak için harekete geçmiştir. Sultan 3. Selim tahta çıkmış ve “statüko” ile devam edilemeyeceğini görünce Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu ve yönetim yapısı geliştirmiştir. Ancak, ne yazık ki bu devrimin bedelini 3. Selim canıyla ödemiştir. Yeniçeriler 3. Selim’in kurduğu ordunun başarısından (Napolyon’u Akka’da bozguna uğratan ordu) rahatsız olmuş, isyan başlatmışlar ve 3. Selim’i katletmişlerdir (1808).
3. Selim’den sonra eyalet sistemi, Osmanlı için tam bir baş belası haline geldi. Eyalet sistemi ya da bölge yönetimi Osmanlıda yaygın bir uygulama örneğiydi. Hem Ortadoğu hem de Balkanlarda eyalet beyleri veya valiler bulunmaktaydı. Ve bu “eyalet yöneticileri” Osmanlının yıkılış sürecinde baş rolü oynamışlardır; Ruslardan, Sırplardan, Rumlardan ve sair unsurlardan daha fazla Osmanlıya darbe vurmuşlardır.
Tekrar altını çizmek gerekir ki; eyalet/bölge sistemi Osmanlının felaketi olmuştur. Mısır, Habeş, Bağdat, Basra, Yemen, Tunus, Cezayir, Trablus, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Halep, Şam gibi eyaletlerin bir kısmından yıllık vergi alınırken, bir kısmında da dirlik (zeamet) sistemi uygulanırdı.  Osmanlı'nın kuruluş, yükseliş ve duraklama yıllarında etkili olan eyalet sistemi, 1700'lü yıllardan itibaren çözülmeye başlamış ve bozulan ordu ile birlikte Osmanlı'nın felaketi olmuştur. Osmanlı, sistem olarak bu yıllardan itibaren hem orduyla büyük sorunlar yaşamış, hem de eyalet yönetimlerinin başında olan ayanlarla sıkıntılar artmaya başlamıştır. Osmanlı'nın küçülmeye başladığı bu süreçte, “Osmanlı'yı eyaletler yıkmıştır” demek hiç de yadırganmamalıdır.
Balkanlarda Tepedelenli Ali Paşa (Arnavutluk) ve Ortadoğu’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa (Mısır), 1800'lü yıllarda çıkardıkları isyanlarla Osmanlıyı perişan etmişlerdir. Tepedelenli ile diğer ayanlar Balkanlar'da Osmanlı'yı fena hırpalamıştır. Üçüncü Selim'in ölümü de ayanlarla yeniçerinin işbirliği sebebiyledir. Tahta geçen II. Mahmut (altı binden fazla yeniçeriyi öldürterek, Yeniçeri Ocağı'nın varlığına son vermiştir) ayanların çoğunu ortadan kaldırıp yerine resmi görevliler atasa da özellikle Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile baş edememiştir. Fransızların yardımıyla güçlenen Kavalalı, Osmanlı'ya isyan etmiş ve çok başarılı olmuştur. Konya ovasında Sadrazam'ın ordusunu yenen Kavalalı'nın ordusu Kütahya'ya kadar gelmiştir. Ne hazindir ki, Rusya'yla savaşan Osmanlı, Kavalalı'ya karşı Rusya'dan yardım istemiş ve Kavalalı ile Kütahya'da anlaşmak zorunda kalmıştır. 1839'da Kavalalı'nın ordusu Nizip'te Osmanlı ordusuna öldürücü darbeyi vurmuştur. Kavalalı'nın işini Abdülmecid döneminde Avrupa devletleri bitirebilmiştir.
Osmanlı hem Balkanlar'daki hem de Mısır'daki eyalet yöneticileriyle uğraşırken Rumlar ve Sırplar bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı'da merkez hızla çökerken 1839'dan itibaren Osmanlı yoğun bir biçimde Avrupa etkisine girmiş ve Osmanlı yönetimi “elçilikler”in baskısından kurtulamamıştır. Bu yıllar İngiliz, Fransız ve Rus elçilerin Osmanlı üzerinde etkin nüfuz kullandığı yıllardır. 1839 sonrası yerel yönetimlerin temelini atan Osmanlı yönetimi, 1860'lı yıllardan itibaren eyalet sistemini terk ederek “vilayet sistemi” için nizamnameler çıkarmaya başlamıştır. İlk başarılı uygulama da Tuna vilayetinde Mithat Paşa ile gerçekleşmiştir. Mülki idarenin kurumsallaşması ve bugüne gelişinin temellerini Tanzimat sonrasında aramak gerekiyor. Her devlet için bir “yönetim geleneğinin” olması, sistemin başarısı ve sürdürülebilirliği için temel ve olmazsa olmazdır. Bu nedenle yerel yönetimlerle birlikte mülki idarenin de işlevselleşmesi ve etkinliğini koruması kamu düzeni ve kamu yararı açısından gerekli olduğu gibi; geleneksel kurumları olan güçlü devlet algısı açısından da çok önemlidir.
Balkanlar 1830'lu yıllardan itibaren elden çıkmaya başlamış ve ‘93 Harbi (1877-1878) Osmanlı'nın Balkanlar'ı tamamen kaybettiği bir savaş olmuştur. ’93 Harbi Osmanlının hem sağ kolunu hem de sol kolunu kaybetmesine neden olmuştur. Balkanlarda ve Doğu’da büyük toprak kayıpları yaşanmış, düşman kuvvetleri İstanbul’a kadar gelmiştir. 2. Abdülhamid’in Rus Çarı ile yaptığı “ağır” anlaşmayla, Osmanlı varlığını devam ettirebilmiştir. Anlaşmanın bazı maddeleri:
1.   SırbistanKaradağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek.
2.   Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak.
3.   Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek.
4.   KarsArdahanArtvinBatumDoğubeyazıt Rusya'ya verilecek.
5.   Teselya Yunanistan'a bırakılacak.
6.   Osmanlı Devleti Rusya'ya 30 bin ruble savaş tazminatı ödeyecekti.
Bundan sonra da II. Abdülhamit'in başarılı siyasetine rağmen Osmanlı dikiş tutturamamıştır. Merkez gücünü kaybedince, çevre kendi güçlerini üretmiş ve Osmanlı yönetimi çevredeki bu güçleri denetleyememiştir. İttihatçılar içinde Prens Sabahattin, eyaletçi bir yaklaşımla adem-i merkeziyet düşüncesini savunmuştur. Ancak, Avrupa'nın uluslaşma süreci gölgesinde bu yaklaşım ütopik kalmıştır. Ulus devlet fikrini hayata geçirmek isteyen İttihat Terakki de başarılı olamamıştır. İttihat ve Terakki maceracılığıyla Osmanlıyı I.Dünya Savaşı’na sokmuş ve yıkılışı hızlandırmıştır. Nihayet Atatürk’le birlikte köktenci bir değişim yaşanmış ve modern Türkiye ortaya çıkmıştır.
***
Cumhuriyet döneminde birçok yönetim reformu gerçekleştirilmiştir. En kapsamlı reformlardan birisi 2003 sonrasında AK Parti iktidarı tarafından gerçekleştirilmiştir. Fakat yönetim sorunlarımız ve sistem arayışımız halen devam etmektedir. 30 Mart 2014’ten sonra uygulanmaya başlanan “yeni büyükşehir modeli” hem mülki idarede hem de yerel yönetimlerde köklü değişikliklere neden olmuştur. 30+51 sistemi olarak nitelendirilebilecek olan yeni sistem, hem mülki idarede hem de yerel yönetimlerde “iki farklı sistem” uygulamasına yol açmıştır.
Yerel yönetimler güçlü olmalıdır. Ancak, denetim ve gözetimle birlikte güçlü olmalıdır. Bugün güçlü yerel yönetim argümanını seslendiren ve bölücü siyasete destek olan çevrelerin, “yerel yönetimlerin güçlenmesi” amacı taşıdıklarını düşünmüyorum. Yeni düzenlemeyle birlikte mülki idarenin zayıflaması, büyükşehir belediyelerinin olağanüstü güçlenmesi ve belediyeler üzerindeki denetimin zayıflaması ülke güvenliğini tehdit eden terör gruplarıyla bazı belediyelerin birlikte hareket etmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. “Adem-i merkeziyet, demokratik özerklik, bölge yönetimi, federal sistem, öz yönetim ve son olarak eyalet yönetimi” tartışmaları, Güneydoğu sorunun bir parçası haline gelmiş durumdadır. Ancak tartışmalar ne yazık ki, doğru zeminde yapılmamaktadır.
***
Güneydoğu sorunu, etnisite sorunsalı, “barış/çözüm süreçleri” gibi bir yığın sorun eşliğinde, yerel yönetim ve bölge yönetimi tartışmaları gündemden hiç düşmüyor. Bugünlerde de “hendekçi belediyecilik” taraftarları sürekli olarak “öz yönetim” adı altında bölücü ve ayrıştırıcı bir amacı gündeme getiriyorlar. Ne yazık ki bu tartışmalara, rasyonel gerçekliklerden ve tarihi deneyimlerden ders alamayan muhafazakar, solcu, liberal vs. birçok kişi Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı gerekçe göstererek zaman zaman “bölgeselleşme” eğilimlerini yadırgamayan söylemlerle katkıda bulunabiliyorlar.  Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, öncelikle yapılacak “özerklik” düzenlemelerinin ülkenin mevcut hukuk düzeni ile “çelişmemesini” özenle vurgulamaktadır. Kimse bu şartın arkasına sığınarak hendekçi-ayrılıkçı yerelleşmenin nihai amacı olan bölgesel yönetimi dayatarak, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü riske atacak bir durumu savunamaz.
Bugün 6360 sayılı büyükşehir düzenlemesiyle ortaya çıkan yeni büyükşehir modeliyle, son üç senedir önemli tartışmaların odağında yer alan “bölge/eyalet” yönetimi, Osmanlı deneyimleri göz önünde bulundurularak incelenmelidir. Türkiye özenle bölgeselleşme ve bölgecilik eğilimlerinden uzak durmalıdır.
Üç sene önce bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştım:
Kasım 2012'de büyükşehir belediyeleriyle ilgili çıkarılan 6360 sayılı yasa, gereksiz bir biçimde mülki sınırlarla belediye sınırlarını eşitledi ve bir biçimde bölge yönetimini çağrıştıran bir yapı ortaya çıktı. Barış süreci inşallah Türkiye'nin birliğine, dirliğine ve halkın beklentilerine uygun bir biçimde sonuçlanır. Bu süreç, bir umut sürecidir. Bütün soru işaretlerine karşın, umutlu olmak zorundayız. Ancak, nüfusun büyük çoğunluğunun yoksulluk sınırında olduğu, demokrasi kültürünün son derece yetersiz olduğu bir ülkede “eyalet yönetimi”nden söz etmek çok büyük riskler taşıyor. Vilayet sistemi yani mülki idare sistemi zayıflatılmamalıdır. Yerel yönetimler güçlendirilmelidir. Ancak, mülki idare birimleri de güçlü bir “denge mekanizması” olarak korunmalıdırlar. “Osmanlı'da eyalet vardı” önermesi ile yola çıkmak, çok yanlış yerlere götürür.”
Bugün geldiğimiz yer neresi? Devletin, hükümetin, toplumun bütün iyi niyetli ve toleranslı yaklaşımları “güçlü yerel yönetim” olarak değil; kentlerin cephanelik haline getirilmesi, hendekçi belediyecilik, bölücü “öz yönetim” talepleri olarak karşımıza çıkmıştır. “Güçlü yerel yönetim” adı altında istenen ayrılıkçı bölgesel yapılardır. “Öz yönetimci” ve “hendekçi” belediyeler terör örgütüne nasıl destek olmaktadırlar: 1- Terör örgütünün propagandasını yürütmektedirler; 2- Terör örgütüne eleman temininde rol almaktadırlar; 3- Terör örgütünün kentlerde yerleşmesine lojistik destek vermektedirler; 4- Devletin araç ve gereçlerini, itfaiye olanaklarını terörle mücadelede kullandırmamaktadırlar; 5- Devletin terörle mücadelesini engellemek için bütün olanakları kullanmaktadırlar; 6- Terör örgütüne istihbarat temin etmektedirler ve 7- Terör örgütü mensuplarının yakınlarını “öncelikli” olarak istihdam etmektedirler.
Bütün bunlara karşın, bugün Türkiye’de güçlü bir lobi hala “yerel yönetimler güçlendirilmelidir, özerk hale getirilmelidir” gibi söylemleri yüksek sesle dile getirmektedir. Acaba daha ne kadar “özerklik” sağlanabilir? Devletin bütçesiyle devletin hukuk sistemine başkaldıran, ülkedeki kamu düzenini bozan ve toplumsal barışı dinamitleyen bir yerel yönetim anlayışı dünyanın neresinde savunulabilir? Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminde yerel yönetimler zaten 5393 sayılı Belediye Yasası gereğince “idari ve mali özerkliğe” sahiptir. “Siyasal özerkliğe” asla ödün verilmemesi gerekiyor. Ortadoğu coğrafyasından sıçrayan ateş fazlasıyla heryeri yangın yerine çevirdi. Türkiye’yi bu ateşten uzak tutmak için merkezi idarenin mülki idare mekanizması ile varlığını devam ettirmesi, yerel yönetimlerin de Anayasal sınırlarda kalması mutlaka sağlanmalıdır.
Tarihin tekerrür etmemesi için, tarihin acı derslerini unutmamak gerekiyor… Bölgecilik, ülkeyi büyük bir felakete sürükler. Bu konuda herkesin oldukça özenli konuşması ve davranması gerekmektedir.